Savruk Ruhlar - Kitap kapağı

Savruk Ruhlar

Görüşürüz, Yeşil Gözlü

“Tüm iyi kızlar cehenneme gider. Çünkü Tanrı’nın bile düşmanları var. Ve sular yükselmeye başladığında, cennet gözden kaybolduğunda, o şeytanı takımında isteyecek.” Billie Eilish.

Bölüm Şarkısı: Billie Eilish'ten, "all the good girls go to hell".

HARMONY

Canlı ve parlak doğan güneş, açık pencereden odaya süzülerek odayı turuncu rengiyle aydınlatıyordu.

Uykulu gözlerimi açıp yanımdaki ahşap masanın üzerindeki saate baktım.

07.05.

Saat sekizdeki ilk dersime geç kalmak istemiyordum, bu yüzden ağırlaşan gözlerime ve yorgun bedenime rağmen yataktan kalkmak için gücümü toplamam gerekiyordu.

Dün akşamki oryantasyon safsatasına katılmanın kötü bir fikir olduğunu biliyordum. Okulun ilk gününde uyuşuk hissetmek kesinlikle döneme başlamanın iyi bir yolu değildi.

Lise boyunca sayısız akran baskısından kurtulmayı başarmıştım, bu yüzden oda arkadaşımın dün akşamki ısrarına neden boyun eğdiğimi bilmiyordum.

Dün akşamki alışık olduğum türden bir oryantasyon değildi ve akşamın sonunda elde ettiğim tek şey tuhaf bir çocuğun bana burnumda sümük varmış gibi aval aval bakmasıydı.

Bir grup çığırtkan kızın önünde soyunmanın Homewood’la hiçbir ilgisi yoktu. Dahası, bunun mezun olmama nasıl yardımcı olacağını da anlamıyordum. Burası garip bir üniversiteydi.

Üst yataktan sarkan el bana April’ın hâlâ uyuduğunu söylüyordu.

Ranzanın üst katını almak için büyük umutlarım vardı ama dün akşam döndüğümde yatak başlığının üzerinde dev bir örümceğin gezindiğini gördükten sonra, küçük bir gıcırtının böceklerden daha zararsız olduğuna karar vermiştim.

Yanımda duran el valizime uzanıp giyecek bir şeyler bulmak için karıştırmaya başladım. Bej rengi bir etek ve beyaz uzun kollu bir üstte karar kıldım.

Yataktan kalkıp banyoya geçince soğuk fayanslara yüzümü buruşturarak baktım. Küçük banyoda bir duş, bir tuvalet, bir lavabo ve beyaz ahşap bir dolap vardı.

Kıyafetlerimi köşedeki küçük bir masanın üzerine koyduktan sonra hemen üzerimi çıkardım.

Dişlerimi fırçaladıktan sonra duşa girip soğuk suyu açınca derin bir nefes aldım.

Sabah erken saatlerde duş almaya bayılırdım. Ruhumu canlandırır, uzun bir güne başlamadan önce bana kısa bir meditasyon anı sunardı. Bugün enerjiye her şeyden çok ihtiyacım vardı.

Artık lisede değil, üniversitedeydim ve müfredat ve çevre değişikliğine alışmamın ciddi bir çaba gerektireceğini biliyordum.

Özellikle de yeni yüzler görünce tüyleri ürperen benim için bu çok zordu. Değişikliklerden hoşlandığım söylenemezdi.

Uzun bir muhakeme anından sonra suyu kapatıp duştan çıktım. Kurulandıktan sonra giyinip elimdeki eski pijamalarımla odaya geçtim.

April’ın nihayet uyanıp yatağını topladığını görünce gülümseyerek pijamalarımı bir köşeye kaldırdım.

"Günaydın.”

Başını bana çevirdiği anda gözleri kıyafetime takıldı. Beni tepeden tırnağa süzerken huzursuzca kıpırdandım.

“Günaydın. Okul için bunları mı giyeceksin?”

Kaşlarımı çatarak kafa karışıklığıyla kıyafetlerime baktım. “Şey… Evet. Neden?”

Kıyafet seçimimde yanlış bir şey yoktu. Bacaklarımı ve göğüs dekoltemi her zaman kapatmaya özen gösterirdim. Bazı şeyleri insanların hayal gücüne bırakmanın en iyisi olduğunu düşünürdüm.

"Hiçbir şey." “Bir şey yok,” dedi dudaklarını büzerek. “Hiçbir şey yok.”

“Garip mi görünüyorum?”

"Hayır, hayır. Sadece buradaki insanlardan farklı görünüyorsun.”

Aynı kafa karışıklığıyla başımı yana eğdiğimde gülümsedi. “Kötü bir şey değil. Sadece mütevazı olduğunu düşünüyorum, hepsi bu.”

Ben de gülümsedim. “Teşekkür ederim. Seni bekleyeyim mi?”

Başını iki yana sallayıp yatağından inerek belini tuttu. “Hayır, zaten derslerimiz aynı değil ve geç kalmanı istemiyorum, sonra görüşürüz.”

Tanrı’ya şükür. Hazırlanması zaman alacaktı ve geç kalmak üzereydim.

İçten içe aynı cevabı vermesini istesem de kibarlık olsun diye, “Emin misin?” dedim.

"Evet, eminim. Sonra görüşürüz.”

“Peki, görüşürüz.” Gülümseyerek sırt çantamı yerden alıp ona kısaca el salladıktan sonra odadan çıktım.

***

Şimdiye kadarki derslerin sıkıcılığı işkence gibiydi. Üniversiteden tam olarak ne beklediğimi bilmiyordum ama sandığım kadar harika değildi.

Üniversiteden o kadar mükemmel bahsediliyordu ki bu yüzden beklentilerim yükselmiş olmalıydı. Ya da belki de ben biraz rahatlamayı reddeden biriydim.

İngiliz dili okuyor, edebiyata, müziğe ve sanata karşı derin bir tutku besliyordum. Keşke hepsini aynı anda okuyabilseydim ama şimdilik birini seçmem gerektiğini biliyordum.

Annem sanat ya da müzik alanında diplomaya gerek olmadığını düşünüyordu. Bu yüzden yeteneklerin öğrenilen değil, doğuştan gelen bir edinim olduğuna inanıyordu.

İngilizce dersinde oturmuş, Bay Jones’un tahtaya yazdığı notları özenle defterime geçiriyordum. Amfinin kapısının açılmasıyla sınıfın yarısı kafasını kapıya çevirdi.

Blaze Xander’ı görür görmez gözlerim istemsizce büyüdü.

O da mı bu sınıfta?

Dün akşam kızların yaptığı sayısız uyarıyı hatırlayıp hızla önüme döndüğümde gerginlikten yazım bozulmaya başladı.

Ondan uzak dur.

Onu kendine yaklaştırma.

O kalpsizin tekidir.

Pişman olursun.

"Selam.”

Başımı kaldırdığımda yanımdaki büyük masadan bir sandalye çektiğini ve sandalyeyi çekerken gürültü çıkardığı için profesörün sinirle etrafına bakındığını gördüm.

Blaze geniş bir gülümsemeyle yanıma otururken profesörün azarlayan bakışlarını umursamıyor gibiydi. “Seni burada gördüğüme çok sevindim.”

Dün akşamki çekici kokusu klimalı ortama yayılırken gündüz gözüyle daha da yakışıklı olduğunu fark ettim.

Bugün vücudunu saran uzun kollu yeşil bir tişört ve siyah dar bir kot pantolon giymişti. Boynuna ince bir gümüş kolye, kulaklarına ise küçük halka küpeler takmıştı.

Amerikan tıraşlı saçlarının üst kısmında siyah bukleleri ve dudak parlatıcısı sürmüş gibi kırmızı dudakları vardı.

Selamına ne diyeceğimi bilemediğim için not almaya devam etmek üzere defterime döndüm.

Kaşlarını çattı. “Bir selam fena olmazdı.”

Ben yanağımın içini kemirirken o çantasından kitabını çıkarıp tekrar konuştu. “Kaç yaşındasın?”

Gerçekten mi?

Başımı kaldırıp ona baktım. Bu soruyu neden sorduğunu sormak istesem de en hayırlısının konuşmamak olduğuna karar verdim. Önünde sonunda bu konuşmanın tek taraflı olduğunu anlayıp susacaktı. En azından öyle umuyordum.

“On altı gösteriyorsun,” diye devam etti. “Ya da on beş.”

Yaşımı göstermememden nefret ediyordum.

Yaşımdan ufak göründüğüm için insanlar beni kolayca sindirebileceği yanılgısına kapılıyordu. Bu lisede birkaç kez başıma gelmişti ama bunun üniversitede de tekrarlanmasına izin vermeyecektim.

“On sekiz yaşındayım,” diye cevap verdim.

Biraz önce ona cevap mı verdim?

Çeneni kapalı tutman gereken bir anda tutup konuşmaya karar verdin demek, Harmony. Ne kadar ironik.

Genişçe sırıttıktan sonra şaşırmış gibi yaptı. Mavi gözlerinde muziplik vardı. “Konuşabiliyormuşsun demek.”

Gamzeleri tekrar ortaya çıkınca yanaklarım sebepsizce kızardı. Gözlerimi tekrar defterime çevirip kalemimi daha sıkı tuttum. Ondaki bir şey bana garip geliyordu.

"Sesin çok seksi," diye yorum yaptı.

Yüzüm utançtan alev alırken vücudum kaskatı kesildi. Daha önce hiç kimse bu sıfatı benim için kullanmamıştı. Bu sıfat benim gibi biri için uygun değildi. Kısa, ufak tefek, sessiz, çekingen belki ama seksi? Sıfat seçimi enteresandı.

Başımı kaldırıp ona baktığımda odağını açtığı not defterine verdiğini gördüm.

Bir sayfada zekice çizilmiş bir karakter görünce o sayfayı çevirmek üzereyken düşüncesizce onun elini tuttum.

Bana kocaman gözlerle baktığında sadece bir çizimin beni kabuğumdan çekip çıkarmasından utanarak geri çekildim.

Söz konusu benim sanatsal ilgi alanlarım olduğunda beynim kendi başına hareket ederek kararlar almaya eğilimliydi. Bazen ani hareketlerim için kendime kızıyordum.

Blaze hafifçe sırıttı. “Görmek ister misin?”

Başımı yavaşça salladığımda defteri önüme doğru itti.

Çizime hayranlıkla bakakaldım. Japon anime karakteri Naruto’yu çizmişti. Naruto’nun yüzünün yarısı gülümserken yarısı üzgün görünüyordu.

Bunu o mu çizmişti? Çok güzel ve yaratıcı bir çizimdi. Kusursuz çizgileri, akıllıca gölge oyunları ve müthiş bir renk kullanımı vardı.

Onun gibi yakışıklı ve sosyal statü sahibi birinden böyle bir yetenek beklenmezdi.

“Bunu sen mi çizdin?” diye sorduğumda kalemini parmaklarının arasında ustalıkla döndürürken başını onaylarcasına salladı.

"Evet, beğendin mi?" diye sordu.

Usulca gülümsedim. Beğenmek mi? Bayılmıştım. Çizime baktıkça uyandırdığı duygular içinde kayboluyordum.

İlk bakışta mutlu bir resimmiş gibi görünse de dikkatli bakıldığında insanın kendi içindeki duygusal savaşı tasvir ediyordu. Çok derindi. Neden bilmiyordum ama çok hoşuma gitmişti.

Oldukça yetenekliydi. Tıpkı benim gibi. Acaba arkadaş olabilir miydik?

"Ondan uzak dur."

"Onu kendine yaklaştırma.”

Belki de olmazdık.

Defteri kapatıp onun önüne ittikten sonra kendi önüme döndüm.

“Bak ne diyeceğim,” dediğinde tekrar ona döndüm. “Dersten sonra odama gelirsen sana bunu nasıl çizeceğini öğretebilirim. Birlikte de bir şeyler çizebiliriz.”

Odasına mı?

Hemen gözlerimi kıstığımı görünce kıkırdadı. “Beni yanlış anlama. April’ın dün akşam söyledikleri gözünü korkutmuş olmalı ama ben o kadar da kötü biri değilim.”

Yine de koca kampüste en uygun yer olarak kendi odasını seçmesi tuhaftı.

Gözlerimi kırpıştırdığımda iç çekti. İç çekmesine rağmen her nedense gözlerinde sıkıntılı bir ifade yoktu. Gözlerinde donuk bir bakış, tam olarak açıklayamadığım boş bir parıltı vardı.

Avuçlarını başının arkasına koyup rahatça arkasına yaslandı. “Sanırım kızlar seni doldurmuş.”

Bir insana şans vermeden onu sadece başkalarının söylediklerine göre yargılamak adil olmazdı. Bunu bilsem de bir erkeğin odasına girmenin doğru olmadığını düşünüyordum.

Ne annem bunu onaylardı ne de vicdanım buna el verirdi. Tanrı her şeyi görürdü.

“Söyledikleriyle ilgili değil,” diye açıkladım. “Sadece bir erkeğin odasına girmenin doğru olmadığını düşünüyorum.”

Sonunda göz bebeklerinde bir duygu ibaresi belirince şaşırdığını anladım. Sakince gülümseyerek başını salladı. “Tamam, not edildi.”

Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı tahtaya çevirerek yazmaya devam ettiğimde o da sonrasında sessizliğini korudu.

On saniyede bir göz ucuyla onu kontrol ettiğimde ya yeni cilalanmış masaya bir şey karalıyor ya parmağındaki yüzükle oynuyor ya da nefesinin altından bir şeyler mırıldanıyordu. Özetle, not almak dışında her şeyi yapıyordu.

Ben beşinci sayfa notuma geçerken onun defteri bomboştu. Yine de herkesin yöntemi farklıydı. O belki de dinleyerek öğreniyordu.

Nihayet dersin bitmesiyle ben defterimi çantama yerleştirirken öğrenciler ayaklandı.

“Görüşürüz yeşil gözlü.”~ Blaze sırıtırken çantasını kapıp koşarak sınıftan çıktı.

Davetini geri çevirdiğim için hayal kırıklığına uğramamış, hatta bunu hiç içerlememiş gibiydi. Belki de birlikte resim çizebileceği başka biri vardı.

Dün akşam birinci sınıfların onun için çıldırdığını düşünürsek elinde birkaç seçeneği daha olmalıydı. O kızıl saçlı minyon kızın bu fırsatı kaçırmayacağına emindim.

Sırt çantamın fermuarını çekerken Bay Jones kürsüsünden bana baktı. “Bakar mısın, Bayan…”

"Skye," diye tamamladım. "Harmony Skye."

Gülümseyerek beni eliyle yanına çağırdı. “Bir dakikanı alacağım.”

Ben çantamı omzuma takarken o da bol pantolonunun belini düzeltti. Ayağa kalkıp sırt çantamın askılarını ayarlarken onun yanına yürüdüm.

Yüzünü buruşturarak kapıya doğru bakıp muhtemelen sınıf boşaldı mı diye kontrol etti.

“Bugün seni Blaze Xander’la otururken gördüm,” diye lafa girince anksiyete alışkanlığımla kollarımı aşağı çektim.

Blaze’le yan yana oturduğum için başım belada mıydı? Ama burası anaokulu değildi.

“Eh, evet,” diye mırıldandım, profesör bir anlığına sessiz kalınca.

Güldüğünde ela gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar derinleşti. Siyah saçları aklaşmaya başlamış, orta yaşlarında bir adamdı.

“Korkacak bir şey yok, Skye. Sadece onun gibi erkeklerden uzak durulması gerektiğini düşünüyorum.”

Başka bir uyarı daha. Artık meraklanmaya başlamıştım. Onun nesi bu kadar kötüydü? Kötü birine benzemiyordu. Teklifini reddetme nedenime bile saygı duymuştu. Neden herkes ona karşı ön yargılıydı?

“Nedenini sorabilir miyim?” dediğimde profesör iç geçirdi.

“İyi niyetli biri değil. Ona karşı temkinli ol. Yakışıklı ve çekici olduğunu biliyorum ama bu onun silahı. Henüz birinci sınıf olduğun için bunu bilmiyor olabilirsin.”

Onu benden çok daha uzun süredir tanıdıkları için diğerlerinin tavsiyelerine kulak vermem en akıllıca olanıydı.

Başımı onaylarcasına salladım. “Peki, tamam.”

Gülümseyerek kapıyı işaret edince arkamı dönüp amfiden ayrıldım.

BLAZE

“April!” Yemeğini almak için sıraya girdiğinde kollarımı arkadan boynuna dolayarak kulağının dibinde hayıflandım. “Yemekhanede hamburger kalmamış.”

Gözlerini devirip kollarımdan kurtuldu. “Sen ve hamburgerlerin. Neden bir burger olup kendini yemiyorsun?”

“Beni yeme işini kızlar benim yerime yapıyor.” Ona gülümsedikten sonra dikkatlimi iki yıldır öğle yemeklerimizi servis eden kadına çevirdim.

Otuz yaşlarındaki kadının kafasında her zaman siyah bir bone olurdu. Büyük önlüğü olgun vücudunu kapatsa da beyaz kumaşın altında dikkat çekici bir vücudu olduğunu tahmin edebiliyordum.

“Günaydın, Pat.” Dirseklerimi tezgâha dayayıp kaşlarımı kaldırarak yüzüne baktım.

Yanakları kızarsa da peynirli makarna tenceresini karıştırırken sinirlenmiş gibi yaparak gözlerini devirdi. Ona her öğle yemeğinde sarkıntılık etsem de oralı olmuyordu.

Yine de her şeyi görebildiğim için sorun etmiyordum.

Onun bariz huzursuzluğuna gülümseyerek, “Önlüğünü beğendim. Sana çok yakışmış,” diye ekledim.

Gözleri parlayan Tia başını iki yana salladı. “Kadını rahat bırak. Senin derdin ne, Xander?”

Yuna, “O bizzat şeytanın oğlu,” diye ekledi.

Pat işine odaklanırken ben de gözlerimi ondan ayırmadan parmaklarımı tezgâha vuruyordum. Gözlerini kaçırmak için başını öne eğmişti.

“Yarın yine burada olacağım, tamam mı?”

Bunun üzerine o daha da kızarınca sessizce kıkırdayarak arkamı döndükten sonra, James April’la benim arama girip kolunu April’a doladı.

“Eteğini beğendim, April. Sana çok yakışmış.”

James benim tavlama cümlelerime dadanmıştı. Aynı cümleyi biraz önce Pat’e söylemiştim. April homurdanarak onun kolunu üzerinden iterken ben de James’i acıyan gözlerle süzdüm.

"Dokunma bana, James.”

Yuna, “Harmony nerede?” diye sorunca hemen gürültülü yemekhaneyi gözlerimle taradım.

O kız ilgimi cezbetmişti. Esasen çok masum göründüğü için. Dünya iyiliğin ve kötülüğün karışımından, dengeden ibaretti.

İnsanların içlerinde bu iki yönün bir kombinasyonunu barındırdığını ve bir insanın tam anlamıyla masum ya da “iyi” olmasının imkânsız olduğunu düşünürdüm. Bir istisna olarak, ben sadece kötüydüm.

Hayatım son birkaç aydır çok sıkıcıydı ve şeytanlarım bu kızla oynamak için can atıyordu.

Onun kabuğunu kırmaya kararlıydım ve zerre kadar empati duygusu besleyemediğim için bunun oldukça keyifli olacağından emindim.

“Evet, arkadaşın nerede?” diye sorduğumda April kollarını kavuşturarak bana döndü. Bu onun fırça çekme duruşuydu ama fırçaları bir kulağımdan girer ötekinden çıkardı.

“Seni Harmony’den uzak durman için uyardım, Blaze. Onunla takılırsan iyi olmayacağını biliyorsun.”

Saçımı elimle geriye yatırsam da saçım inatla gözümün önüne düştü. “Ben sadece onu aydınlatmak istiyorum. Homewood’da Bakire Meryem gibi dolaşırsa ne olacağını ona göstermek istiyordum.”

James güldü. “Muhafazakâr giyimine bakılırsa kesin bakire.”

Ben kıkırdarken April başını sallayıp Pat’e teşekkür ederek tepsisini aldı. Pat’le göz göze geldiğimizde ona göz kırptım. April bana kaşlarını çatarken Pat gözlerini kaçırıp bir sonraki siparişi hazırlamaya koyuldu.

“James’le sen kalpsiz ve iğrenç yaratıklarsınız. Seni Harmony’nin etrafında görmeyeyim, Blaze. O senin tipin değil ve seni temin ederim sen de onun tipi değilsin.”

“Saçmalık. Ben herkesin tipiyim.” Sırıtmamak için kendimi zor tutarken April gözlerini devirip arka taraftaki her zamanki masasına doğru yöneldi.

Yuna ile Tia öğle yemeklerini almak için sıraya girerken, yemekhaneye giren ufak tefek kız gözüme takıldı.

Harmony.

Etrafa oturacak yer arıyormuş gibi bakarken elinde paketli bir sandviçle küçük kutu süt olduğunu fark ettim. Yaşıtlarımızın hâlâ onlardan içtiğini bilmiyordum.

Gülümsememek için kendimi tutup ona doğru hamle yaptığım anda Yuna kolumu kavradı. “Onu rahat bırak.”

Kıkırdadım. “Sen kafanı ona takma, yemeğine odaklan.” Kolumu elinden kurtarıp Harmony’ye doğru yürürken Yuna onu dinlemediğim için gözlerini kısarak bana baktı.

Hepsi benim ne kadar inatçı olduğumu bilirdi. Biri bana dediğini yaptırmaya çalıştığında genellikle evet cevabı verip sonra ne halt yapmak istiyorsam onu yapardım.

Emirlerle aram yoktu.

Çoğunlukla zararım olmadığı için beni neden rahat bırakmadıklarını anlayamıyordum.

Ona yaklaştığımı gören Harmony, hemen arkasını dönüp yemekhaneden çıktı. Buna kıkırdayarak ellerimi ceplerime atıp onun arkasından hızlandım. “Selam, Harmony.”

Sesimi duyunca durup yavaşça dönerek bana baktı. Şimdi sessiz koridorda öylece dururken bana sorgulayan gözlerle bakıyordu.

Zümrüt gözlerinde dün akşam da yakaladığım bir korku parıltısı vardı. Erkeklere alışık değil miydi?

Sonunda yumuşak ve berrak sesiyle konuştu. “Bir şey mi istiyorsun?”

Evet. Seni.

Ses tonundaki kibarlık gereksizdi. Ben onun öğretmeni değildim, o zaman neden bu kadar resmi konuşuyordu? Yine de seksi bir sesi vardı.

Omuz silktim. “Bizimle oturabilirsin.”

Ondan bugünkü ikinci reddedilişimi aldım. “Yalnız oturmayı tercih ederim.”

“Peki.” Başımı sallayıp yavaşça ona doğru yürüdüm. “Başka neleri yalnız yaparsın?” Ona fazla yaklaştığımda o da belli etmeden geri çekilerek aramızda biraz mesafe koydu.

Elindeki küçük kutuyu sıktığında gözlerim endişeli hareketine takıldı. İnsanları bu kadar geren özelliğimin ne olduğunu bilmiyordum. Bu beni rahatsız etmeye başlıyordu. Ya da başlamıyordu.

"Yalnız mı uyursun?”

Kafa karışıklığıyla kaşlarını çatarak başını yavaşça yana yatırdı. Masumiyetinin kanıtı. Mükemmel.

Kıkırdadım. “Yani, erkek arkadaşın var mı?”

“Hayır,” diye cevap verdi şaşkınlıkla.

“Güzel.” Gülümseyerek onun kaskatı gerilmiş vücuduna baktım. O huzursuzlukla kıpırdanırken elindeki açık süt kutusunu işaret ettim.

"Tadına bakabilir miyim?”

Süt kutusuna baktıktan sonra tekrar bana dönüp duyduğuna inanamayarak gözlerini kırpıştırdı. Böyle bir şey sorduğum için açıkça şaşırmıştı ama ben çoğu insandan daha deliydim ve diş bakımıma dikkat ederdim, o yüzden sorun yoktu.

Soru sorarcasına tek kaşımı kaldırdığımda o da yutkunarak isteksizce başını salladı.

Küçük elindeki kutuya uzandığımda parmaklarım onun yumuşak parmaklarına değdi. Bunu bilerek yapmadım.

Gözlerinin içine bakarak pipeti ağzıma götürüp sütten bir yudum aldım.

Beni gerginlikle izlerken doğru görüyorsam kızarıyordu.

Çok kolay oldu.

Sütü ona geri verdiğimde derin düşüncelere dalmış gibi pipete bakakaldı.

“Az önce beni öptün,” dediğimde bakışlarını telaşla bana çevirdi.

"Ha?”

Yüzündeki dehşet ifadesine gülmemeye çalışarak elindeki süt kutusunu işaret ettim. “İkimiz de aynı pipetten içtik, bu yüzden dolaylı yoldan öpüşmüş olduk, değil mi?”

Yanakları kıpkırmızı kesilince başarıma gülümsedim. Yakında onu parmağıma dolayacaktım ve parmaklarımı içine gömecektim. Artık hangisi önce gelirse.

Biri karşınızda kızarıyorsa onun kanına girmişsiniz demekti, değil mi? Böyle söylenirdi. Hisler ve duygular konusuna pek vâkıf değildim.

Bugünlük burada bırakmaya karar vererek pişmiş kelle gibi sırıttım. “Süt için teşekkürler. Beğendim. Sonra görüşürüz yeşil gözlü.”

Onu nutku tutulmuş hâlde bırakarak arkamı dönüp yemekhaneye geri döndüm.

“Aslan avının peşindeyken en çekici hâlindedir.” Rumi.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok