Karanlık Zevkler - Kitap kapağı

Karanlık Zevkler

Raven Flanagan

Bölüm Üç

REN

Eskiden yağmurun cama vururken çıkardığı sesleri dinlemeyi çok severdim. Bu benim için yılın en güzel zamanının habercisiydi. Bahar yağmurları beraberinde evin her köşesini saran mis kokulu çiçekler getirirdi. Annem evin tozunu alırken, en sevdiğim tatlı ekmekleri fırına verirken şen şakrak türküler söylerdi.

Ama burada yağmurun sesi de, buranın sessizliği de yabancıydı kulağıma. Yağmur gelip geçiyordu. İçinde olduğum, çadır bildiğim evlerin hiçbirine benzemiyordu. Hiçbir şey durmadan çadırın tepesini delen yağmurla karşılaştırılamazdı. Bu resmen işkenceydi.

Arazide yağmur tehlike çanlarının çalması demekti. Düşman her an saldırabilir anlamına gelirdi. Kendimi güçlü ve tetikte hissediyordum, bir saldırı bekliyordum. Ama saldırı falan yoktu.

Yağmur yağsa da içerisi soğuk değildi, yağmur bana değmiyordu. Çadırın içine sızıp üstümü başımı ıslatmıyordu. Üşümüyordum. Ellerimizde silahlarımızla, arkadaşlarımla omuz omuza olmam gerekiyordu ama değildim.

Nefesim kesik kesik ve acı vericiydi. Vücudum sızım sızım sızlıyordu. Her nefes alışımda canım yanıyordu, kıpırdamak bile zordu. Bir yandan üşüyor, bir yandan ateşler içinde yanıyordum. Sanki hem düşmanlarla dolu soğuk bir ormandaydım hem de sıcacık, güvenli bir yuvada.

Ateşler içinde yandığımı fark ettim. Aklımın başıma geldiği anlarda onu duyuyordum. İçimi rahatlatan tatlı bir sesti. Nazik dokunuşları yaralarıma merhem gibiydi. Sanki iyi kalpli bir varlık bana yardım ediyordu.

Bazı rüyalarımda ses annemin sesiydi. Küçük bahçede çalışırken mırıldandığı şarkıları söylüyordu. Kara saçları toplu, hayat ne kadar zor olsa da yüzünden gülümseme eksik olmayan annem. Güçlüydü, benim için canını bile verirdi.

Ateşim yükseldiğinde, kızıl denizler ve beni derinlere çeken canavarlar görüyordum. Sanki kocaman, öfkeli bir el beni yakalamıştı. Ama sonra yine o ses geliyordu, içimi ferahlatıyordu. Yanaklarımı okşayan nazik elleri çiçek yaprakları kadar narin ve bir o kadar da tatlıydı.

Yağmur dinip güneş açtığında gözlerimi açtım. Göz kapaklarım ağır olsa da gözlerimi aralamayı başardım. Pencereden süzülen ışığı gördüm.

Derin bir nefes aldığımda vücudumun kasıldığını hissettim. Yaralıydım ama kıpırdayabiliyordum. Doğrularak ayaklarımı yere bastım. Şöminede yanan bir ateş ve bir divana yığılmış birkaç eski kitap gördüm.

Kafam karman çormandı. Buraya nasıl gelmiştim? Neredeydim?

Ayağa kalkmaya yeltendim ama yere kapaklandım. İnleyerek yeniden ayağa kalkmayı denedim ve sonunda ayakta durabilmeyi başardım. Kimsenin beni bu hâlde görmesini istemiyordum. Pencereden dışarıya baktığımda yemyeşil bir alan ve masmavi bir gökyüzü gördüm. Ne asker vardı, ne muhafız, ne aile, ne de düşman. Kim yaşıyordu burada? Neden buradaydım?

Başıma keskin bir acı saplanırken savaşı hatırladım. Ellerimle başımı tutarken inledim. Her yeri saran ateşler, can veren askerler, kıyasıya çarpışma zihnime dolarken köşedeki sallanan sandalyeye gömüldüm.

Siperler. Ormanda düşman savaşçılarını kovmak için gece gündüz yanan ateşler. Her adımı bir öncekinden daha ağır ve kanlı çamurda ilerleyen çizmeler. Vahşi bir mücadele. Çarpışan kılıçların çınlamaları, ölüm ve vahşetin bir senfonisini oluşturuyordu. Boğazına ok saplanan askerlerin önümde ölürken kanlarında boğulmalarını izliyordum. Kan gövdeyi götürüyordu.

Yabani çiçekler ayaklar altında çiğneniyordu.

Ölüm. Çatlamış, morarmış dudaklardan gelen sonsuz bir acı ve son nefes döngüsü. Her köşede sergilenen kan ve vahşet. Yorgun göğüsleri delen acı dolu nefesler. Yorgun uzuvlar bir sonraki darbeyi engellemek için kılıcı zar zor kaldırıyordu. Gözüme kan sıçrarken en önemli anda görüşümü engelledi.

Sonra o belirdi, peri prensi. Piç kurusu, üzerine basılması gereken dev bir böcek gibi savaş alanına fırladı. Öfke içimde parladı ve peri prensi savaşa inerken enerjimi yenileyen kıvılcımı yaktı. Ondan ve yanındaki takviyelerinden üzerimize oklar yağarken, taburumu ağaçlara doğru geri püskürttüler. Periler onu takip ederken korkunç bir savaşa girişmiştik.

Net bir şekilde hatırladığım son şey, ağaçların arasında hızla yayılan bir yangındı. Duman kümeleri havayı kirletiyor, külle dolu bir veba gibi etrafa yayılıyordu. Elleslan askerleri dağılmış, güvenli bir yere kaçmıştı. Kör edici bir acı başıma saplandı ve karanlık düşüncelerimin üzerine çöküp beni boğmadan önce yan tarafıma bir darbe daha geldi.

Ama dağlarda ya da başkentte değildim. Taburumla ya da komutanlarımla birlikte değildim. Yalnızdım, beni garip bir yere getiren gizemli bir güç tarafından iyileştirilmiştim.

Sargılarıma dokunduğumda zihnimde bir tanrıça belirdi. Ama belki de sadece bir rüyaydı.

Şüphesiz, gerçek dünyada ondan daha ihtişamlı birini görmemiştim. Onun gibi bir kadın ancak tanrılar ve rüyalar âleminde var olabilirdi.

“Lanet olsun, siktir,” dedim ellerimi saçlarımdan geçirerek. Düşündükçe başım zonkluyordu. İmkânsız bir şeye inanmak istemiyordum, o yüzden gördüğüm rüyaları zihnimden kovdum.

Biri beni bulmuş, bana yardım etmişti. Ev sahibimin bir müttefik olduğunu varsayarak sallanan sandalyeden kalktım ve kapıya doğru yürüdüm. Kim olduğumu biliyorlarsa başım derde girebilirdi. En iyisi bu sorunun cevabını öğrenmeden bir at bulup buradan kaçmak olacaktı. Tek başımaydım ve yaralıydım. Tuzağa düşersem kurtulamayabilirdim.

Kapı kolayca açıldı. Dışarıda özgürlük vardı. İçeriye hoş bir esinti doldu. Sanki görünmez bir tasmayla dışarıya çekiliyormuşum gibi hissettim. Bir bahçenin yanından geçtim. Kırmızı, tombul bir tavuk gördüm. Gaklayarak önüme atladığında neredeyse bana çarpıyordu. Yoluma devam ederken bir keçi bana meledi ama görünmez tasma beni çekerken gözlerimi güneşten koruyarak ışığa doğru yürüdüm.

Kulaklarıma gelen uğultu akan derenin sesini bastırıyordu. Diğer tarafta, yemyeşil bir çayır uzaktaki ormanın en ucuna kadar uzanıyordu.

İçimde nabız gibi atan yaralar olmasaydı, kendimi ölmüş de huzur dolu öbür dünyaya doğru gidiyor sanabilirdim. Bir parçam onu ​​arzuluyordu, ölümün kollarındaki nihai huzuru.

Ayaklarım kendiliğinden hareket ederken beni kraliyet bahçesindeki çiçeklerle yarışan çiçeklerin arasında sürükledi. Rüyalarımda uğultu yapan tanrıçayı, ilahi sesin kaynağını arıyordum.

Sonra hoş bir kıkırdama duydum. Onu gördüğümde yanındaki ineği fark ettim. Gerçekti, inekle dans ediyordu. Onu hayretle izledim.

Tanrıça gibiydi, güzel ve mutluydu. Beyaz inekle etrafta dönerken kıkırdıyor, kıkırdarken gözlerinin etrafı kırışıyordu. Uzaktan bakarken gözlerinin rengini tam olarak göremiyordum ama mavinin büyüleyici bir tonu olmalıydı.

Daha önce hiç görmediğim türden ipeksi gül rengi saçları, sırtının alt kısmına kadar gür dalgalar hâlinde dökülüyordu. Parmaklarımı saçlarındaki kurdelelerin arasından geçirmek istiyordum.

İlk bakışta oldukça sağlıklı, masum ve saf görünüyordu.

Kulaktan kulağa gülümsüyordu. Âdeta dilim tutulmuştu. Öyle bir ışıltıyla ışıldıyordu ki düşünemiyordum bile.

Gözle görülür masumiyeti içimde yaşayan çürük kabuğa sesleniyordu. O çürük kabuk uyanmış, içime yayılarak kulaklarıma fısıldıyor, onu sahiplenmemi istiyordu.

O boğucu özlem damarlarımda yanarken dizginlerimin kenarlarını beni kışkırtırcasına yaktı.

Hayatımda gördüğüm en güzel yaratıktı.

Dünyadaki en nadir kelebekmiş gibi, onu yakalamak istiyordum. Onu avucumun içine almak, saatlerce güzelliğini izlemek istiyordum.

O benim en değerli hazinem olacaktı. Onu sadece kendi keyfim için bir kavanozda sergileyecektim. Bu beni korkutmalıydı ama onu delicesine istiyordum.

İçimdeki açlık, onun güzelliği ve mükemmelliği karşısında büyülenmekten kendini alamadı. Onu elde etme isteği damarlarımda dolaşıyordu. Beni o mu kurtarmıştı?

Aramızdaki mesafeye rağmen, varlığının ışığı beni ele geçirdi. Merak ve özlem dolu bir yaratık göğsümün içinde kıpırdandı, yüzeyin altında dolandı.

Zihnim bir dizi soru ve zar zor dizginlediğim dürtüler arasında gidip geliyordu. Bu kadındaki bir şey merakımı ateşledi. Aramızda beni ona çeken ve elle tutulamayan bir ip vardı.

Anlamsız arzularıma yenik düşmüş bir hâlde, sanki eski dostlarmış gibi inekle çayırda dans etmesini izledim. İçten gülümsemesi ve heyecanlı hareketleri dikkatimi çekiyordu.

Neşesinde bulaşıcı bir şey vardı. Ellerini tutup onunla dans etmek istiyordum. Daha önce hiç bir kadını dans pistine götürmediğim için, hatta birini dansa kaldırmayı bile düşünmediğim için bu neredeyse beni huzursuz eden bir düşünceydi.

Eğlencesine o kadar dalmıştı ki, çayırın kenarından onu izlediğimi fark etmedi. Ben de onu izlemeye devam ettim. Yaptığı her ince hareketle, her ince jestle ona olan ilgim artıyordu.

Bu incelikler, ciğerlerimden nefesimi çalan kadına dair geçici ipuçları veriyordu.

Akan suyun zarafetiyle dans ediyordu. Bu gençliğinde bitmek bilmeyen görgü derslerinden edindiği bir beceri değil, kim olduğuna özgü doğal bir yetenekti.

Neşe bulduğu şey basit bir şeydi. İnekle dans ederken gözlerindeki ışıltı ve o zahmetsiz zarafet beni büyülüyordu.

Çayırda sevinçle ve huzur içinde dans eden bu varlık, bu mevsim için çok erken açan kır çiçekleriyle çevriliydi.

Onda ilgimi çeken ve beni bir kez daha harekete geçiren bir huzur, gizli bir aura vardı. Bu kadında yumuşak iç çekişlere, çekingen dokunuşlara ve masum arzulara dair bir şey vardı. Kalbinde ve zihninde saklı sırların keşfedilmeyi beklediği bir şey vardı.

Kalbinin ve bedeninin sırlarını açığa çıkarmaya, onu kendime saklamaya karar verdim.

Bu düşünce kararlılığımı perçinlerken her şeyi tüketen yörüngesine sürükledim.

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok