Batı'nın Kurtları: Av - Kitap kapağı

Batı'nın Kurtları: Av

Abigail Lynne

Üçüncü Bölüm

Kurt ileri atıldığında düşünmek için fazla zamanım yoktu ama küfretmek için vardı.

Kurtun pençelerini derime geçireceğini beklerken acımasızca yere itildim.

Beni yere yapıştırıp öldürmek için diğerlerini bekleyeceğini düşündüm.

Ama öyle olmadı.

Gözlerimi açtığımda kendimi yerde buldum. Döndüm. Muhtemelen ondan kaçınmak için yere düşmüştüm çünkü kurt arkamdaydı ve sallanan kuyruğu yüzüme çarpıyordu.

Ayaklarımın üstünde doğrulmaya çalışırken fotoğraf makinemin kaburgalarıma baskı yaptığını hissettim.

Kurt daha önce gördüklerime göre daha büyüktü. Arka bacaklarının üstünde dururken güçlü kaslarını örten kahverengi kürkü rüzgarda dalgalanıyordu.

Sanki nefesimi duymaya çalışırmış gibi kulaklarını büktü.

Kafamı kaldırıp ona baktım ve kurdun neden gördüğü şey karşısında büyülendiğini merak ettim. Onun için bir yemek olabileceğimi unutmuş gibiydi. Ben, verandasında dikilmiş kurda bakıyordu. Gözlerinde sebebini anlamadığım bir öfke vardı.

Neden paniklemiyordu? Tabii, o ormanda yaşıyordu. Ama yine de daha öncesinde böyle karşılaşmalar yaşadığından şüpheliydim.

“Koş!” diye bağırdım. “Çabuk!”

Ben kurtun üzerinden bana baktığında mideme kramp girdi. Ne düşünüyor olabilirdi? Neden kaçmak için bekliyordu?

Kurt ağır bir nefes aldı ve yavaşça Ben'e döndü. Tekrar bana dönüp başı aşağıda, siyah gözleri benimkine kilitli bana yanaşmaya başladı.

Ağzımın dehşet içinde açıldığını hissettim. Eğer bana yaklaşırsa çığlık atmaya hazırdım.

Ben ön basamaklarından aşağı indi ve korkusuzca, tereddüt dahi etmeden yürümeye başladı. Ayağında ayakkabı bile yokken ormanın en tehlikeli yırtıcısına doğru yaklaşıyordu.

Kurtların tek başına dolaşmadıklarını hatırladığımda korkudan ensemdeki tüyler ürperdi. Bir yerde bir kurt varsa, muhakkak fazlası da olmalıydı.

Başka kurt var mı diye yavaşça ağaçlığa baktım ancak göremedim.

“Git,” diye emretti Ben sertçe.

Kurt çenesini sıktı ve omzunun üzerinden Ben'e baktı. Neredeyse Ben'e bir şey diyecekmiş gibiydi. Ben göğsünü güvenle kabartıp kurda doğru iki adım attı.

Kurt irkildi ve ileri doğru fırlayıp ormanda kaybolmadan önce zihnime kazınan bir bakış attı.

Nefes verip yere çöktüm ve yeniden nefes almak için çabaladım. Ellerimi yumuşak çimlerin üzerine koydum. Toprağın dokunuşunun bana iyi geleceğini düşünmüştüm. Gelmedi.

Gözlerimi kapatıp derin nefes almaya çalıştım ama sanki hava vücuduma girmeyi reddediyordu.

Nefessiz kalmamak için ellerimi gözlerime bastırdım. Deneyimlerime göre nefes alamamak kusmama sebep olacaktı.

“Morda?” İsmimi duyunca sıçradım ve kafamı kaldırıp önümde dikilen Ben’e baktım. Endişeli görünüyordu. Kaşları kalkmış endişeyle suratıma bakıyordu.

Sertçe yutkundum. “Ne bok istiyorsun?”

Gülümsemeye başladı ama hemen bastırdı. “Sadece bir kurttu.”

“Sadece bir kurt mu?” diye onu tekrarladım. “Sadece bir kurt mu?

Ben omuz silkti. “Evet, demek istediğim, önemli bir şey değil.”

“Az önce ölümle yüz yüze geldim!” diye patladım ve aniden tekrar nefes alabildiğimi fark ettim.

Ancak bu sefer de nefesim çok hızlıydı. Nefesimi yavaşlatmaya çalışırken gözlerimi kapadım. Mide bulantısı çoktan kendini göstermişti.

“Tehlikede değildin,” diye güvence verdi bana.

Ona sertçe baktım. “Ah evet, çünkü sen kuduz kurtlara fısıldayan bir ucubesin.”

Ben acı çekiyor gibiydi. “Onunla konuşmadım.” Başını salladı ve bana baktı. “Ve kuduz değildi.”

Derin ve umutsuz birkaç nefes aldım. Ben hayal görüyor olmalıydı. Dizlerimi göğsüme kadar çektim ve mide bulantımın daha hızlı geçmesini umarak kafamı dizlerimin arasına koydum. Ama bulantı alevlendi ve inledim.

Ben'in elini omzumda hissettiğimde sıçradım. Kıyafetlerimin üstünden bile dokunuşu tenimi yakıyordu. Parmaklarının değdiği yerlerde elektrik dolanıyor gibiydi.

Yanlışlıkla prize elimi soktuğum an gibiydi. Sadece acı çekmiyordum.

Kahverengi gözleri aşağı süzülürken şaşkınlıkla ona bakıyordum. “Neydi o?”

Ellerini cebine soktu ve “İçeri girmek ister misin?” diye sordu.

Teklifini reddedecektim ki alçak sesli bir gümbürtü duydum. Yukarı baktığımda gökyüzünün gri bulutlarla siyaha büründüğünü gördüm.

Fırtına yaklaşıyordu ve istediğim son şey fırtınada beni takip edebilme ihtimali olan kurtlar varken ormanın içinde koşmaktı.

Bir yağmur damlasının omzuma çarptığını hissettiğimde kendimi topladım. İsteksizce başımla onayladım. Bir an için Ben’in gülümsediğini düşündüm ama hızlıca yüzü düzeldi. Eğer gülüyorsa bile gizliyordu.

Omzumdaki çantamı çekip yükseğe kaldırdım ve Ben'i takip ederken kollarımı birleştirdim. Gözlerimi sırtından çekmeye çalışıyordum ama çıplakken kasları görünen tek şey gibiydi.

Ben kapıyı açtı ve ben içeri girerken yüzünü buruşturdu. İçeri girdiğimde evdeki bir şeyden dolayı içim titredi.

Eğer ruhlara inansaydım evin perili olduğunu söylerdim. Teyzem olsaydı burada keyifli bir gün geçirirdi.

İçeri girer girmez gökyüzü açıldı ve yağmur yavaş yavaş yağmaya başladı. Ben kendi kendine küfredip arka bahçeye gitti ve o giderken kapı çarptı.

Mutfağa geçtim ve tahtaların üzerine muşamba serişini, gömleğini pencereden alışını izledim.

Tekrar mutfağa girdiğinde ıslanmış saçları alnına yapışmıştı ve parlıyordu. Alacalı gözleri parlak ve heyecanlıydı. Soğuk bedenini hareketlendirmiş gibiydi.

Önümde ıslak vücuduyla dururken onu incelemekten kendimi alıkoyamadım.

Ben boğazını temizledi ve yanaklarım hemen yanaklarım kızardı. Onu rahatsız etmiştim. Beni bakarken yakalamıştı. Morarmıştım.

Boğazımı temizleyip çantamı masaya koydum ve sandalyeye oturdum.

Fotoğraf makinemi elime aldım ve uğraşmaya başladım. Az önce hafıza kartını temizlememişim gibi çektiğim fotoğraflara bakıyormuş gibi davrandım.

Ben tekrar boğazını temizledi. “Gidip üstümü değiştireceğim.”

Ona bakmadan cevap verdim. “Tamam.”

Ortadan kayboldu ama eski merdiveni gıcırdatan ayak sesleri duyuluyordu. Ayağa kalktım ve pencereye gittim. Yere düşen büyük yağmur damlalarını izledim. Çatıya çarpan seslerini duyabiliyordum.

“İçecek bir şey ister misin?”

Sıçradım ve arkamı dönüp elimi boynuma götürdüm. Ben inanılmaz derecede sessizdi. “Buraya parmak ucunda mı geldin?”

“Ne?” Kafası karışmıştı ve keyifli görünüyordu. “Hayır.”

“Çay var mı?” diye sordum.

Başını iki yana salladı ve “Hayır,” diye cevap verdi.

Kaşlarımı çattım. “Sıcak çikolata?”

“Hayır.”

“Kahve?”

“Hayır.” Gözlerimi ona diktim. “Ne?”

“Bana ne olduğunu söylesen peki?” diye öneride bulundum. “Basit şeyler sormuştum.”

“Bira ve su,” diye yanıtladı Ben.

Sınıfımızın özetiydi.

“Su harika olur, teşekkürler.”

Ben omuz silkti ve dolaptan tozlu bir bardak aldı. Musluğu açtığında önce su etrafa sıçradı ve garip bir ses çıkardı. Belli bir süre kahverengi su aktıktan sonra beyaza döndü.

Bardağı tutup ağzına kadar doldurdu ve bana uzattı. Gülümsedim ve önüme koydum.

Ben masanın ucuna oturdu. Açısını ayarladı. Böylece beni de pencereyi de görüyordu. Sanki bir şey arıyormuşçasına ormanı izliyordu.

Kurtların yeniden ortaya çıkıp çıkmayacağını düşünürken gerildim.

“Ne zamandır burada yaşıyorsun?” diye sordum.

Ben omuz silkti. “Uzun zaman olmadı.”

Sessizliğe gömüldük. Bardağımla uğraşıyordum. Suyu döndürdüm ve içinde ne olduğunu bilmediğim parçaların aşağı düşüşünü izledim. Sonra önüme koydum ve bir daha dokunmadım.

“Ne fotoğrafı çekiyorsun?” diye sordu. Sesi beni şaşırtmıştı.

Şimşek çarptı ve mutfak bembeyaz oldu. Ben’in yüzü aydınlandı. Çok geçmeden gök gürledi.

Omuz silktim. “İnsanları, mekânları, şeyleri.” Ben meraklı biri gibi durmuyordu. “Hobilerin var mı?”

Bana bakıp garip bir yüz ifadesi yaptı. “Hobiler mi? Kimin hobiler için zamanı var?”

“Ah, benim?”

Tekrar pencereden dışarı baktı. “Hayır, hobilerim yok.”

Dişlerimi sıktım. Onun varlığı beni tedirgin ediyordu. Enerjimiz hiç uyuşmamıştı. Onun kişiliği ve benimki tamamen birbirine zıttı. Ortak hiçbir zevkimiz olmadığı için sohbet edemiyorduk.

“Vahşi yaşamı seviyor musun?” diye sordu.

“Uzaktan, evet,” diye yanıtladım. “Tercihen uzun menzilli bir lens gerektiren uzak bir mesafeden.”

Ben iç çekti ve ayağa kalktı. Bana garip bir bakış attı ve pencereye gitti. Kibirle yağmur damlalarını izliyordu. Gökyüzü açıldığı için sinirli gibiydi.

Birkaç dakika mutfakta volta attığı için bir şey söylemek zorundaydım. “Beni sinirlendiriyorsun.” Cidden öyleydi. Sürekli aynı yerde gidip gelmesi beni sinirlendiriyordu.

“İçeride olmak beni tedirgin ediyor,” dedi neredeyse sert bir şekilde.

“Oturabilir misin?”

“Kalkabilir misin?”

Çenemi sıktım ve çantamı omzuma asıp fotoğraf makinemi kucağıma aldım.

Ona temas etmekten kaçınarak hole doğru ilerlerken beni izledi. Konuşurken arkamdan gelmiyordu.

“Nereye gidiyorsun?”

“Burada seninle kalmaktansa yıldırım çarpmasını tercih ederim,” diye cevap verdim sertçe. Kendimi de şaşırtmıştım.

Genelde iyi tanımadığım insanlara karşı böyle davranmazdım. Daha çekingen olurdum. Ama Ben’e dair bir şey içimden bambaşka birini çıkardı.

Ben gülümsedi. “Bu kadar dayanılmaz mıyım?”

“Evet.”

Dürüstlüğüm onu şok etti. “Her yer çamur olacak,” dedi spor ayakkabılarıma bakarak. “Şemsiyen de ceketin de yok.”

“Kururum,” dedim korktuğumu bastırmaya çalışarak. Yağmuru sevmiyordum. Ben sessizliğe büründüğünde çıkmam gerektiğini anladım. Kapıyı açıp verandaya çıktım.

Nem o kadar artmıştı ki derin bir nefes çekmek imkansız gibiydi.

Yağmur verandanın çatısına sertçe çarpıyordu. Korunaklı yer ile yağmur damlalarının arasındaki son yerdeydim. Bir anlığına duraksadım ve çatının altından çıkıp çıkmama arasında kaldım.

Başımı çevirip omzumun üzerinden Ben’e baktım. “Güle güle,” dedim. Önüme döner dönmez öyle yakın bir yere yıldırım düştü ki birkaç saniyeliğine kör ve sağır oldum.

Hemen arkasından kulak çınlatan bir ses çıktı ve Ben’in evinin arkasındaki iki ağaç devrildi.

Tek kelime etmeden arkamı döndüm ve tekrar eve girdim. Yanından geçerken kıkırdadı ve sıcak nefesi başımın üzerinden süzüldü.

O bakmıyorken gözlerimi devirdim ve mutfağa geri döndüm. Eşyalarımı sıkkınlıkla masanın üstüne bıraktım.

“Fotoğraflarını görebilir miyim?”

Kafamı kaldırdığımda onu karşımda görünce şaşırdım. Sandalye çekip oturmak bir kenara içeri girdiğini duymamıştım bile.

“Hayır.” Kimse fotoğraflarımı göremezdi. Özellikle annem. Bir keresinde bir fotoğrafı göstermiştim ve bütün arkadaşlarına ve müşterilerine bir ay bunu anlatmıştı.

Ben anlamış gibiydi. “Özeller,” dedi.

“Evet,” dedim. “Öyleler.”

“Anladım,” dedi.

“Neden burada yaşıyorsun?” diye sordum eskimiş mutfağa göz gezdirirken. Gerçekten acınacak bir durumdu.

Ocak asırlık gibi duruyordu. Buzdolabının çalışmadığına yemin edebilirdim. Fayanslar parçalara ayrılmıştı ve oturduğumuz masa kırık döküktü.

Ben omuz silkti. “Konumu iyi.”

Tek kaşımı kaldırdım. “Konumu iyi mi? Ormanın ortasındasın. Komşun yok, açık yol yok, hiçbir şey yok.”

“Araba kullanmıyorum,” dedi.

Bu beni şaşırttı. Kasabamız şehir gibi değildi. Bir yerden bire yere gitmek için arabanız olması gerekirdi

Tüm lise hayatım boyunca her yere yürüyerek gittiğim için bunu zor yoldan öğrenmiştim. Ehliyet sınavında iki kez kalmıştım.

“Neden?” Gizlice araba kullanmakta benim kadar kötü olmasını umuyordum.

“Beni endişelendiriyor,” dedi. Detaylandırmasını bekledim ama yapmadı.

“Ailen nerede?” diye sordum. Ona baktım ve on dokuz yaşından büyük gibi durmadığını düşündüm.

Tekrar ayağa kalktı ve sinirlerim hopladı. Ben otururken insanların ayakta durmasından nefret ediyordum. “Ailem yok.”

Kaşlarımı çattım. “Öldüler mi?”

“Hayır.”

Şimşek gökyüzünü tekrar aydınlattı. Ama bu sefer gök gürültüsü neredeyse sağır ediciydi. Tepemizdeki ışık gidip geldikten sonra patladı ve söndü.

Elektrikler gidince karanlığa gömüldük. Büyük olasılıkla fırtına elektrik hatlarından birini yıkmıştı. Bu bir süre için herhangi bir güç olmayacağı anlamına geliyordu.

Ben, aydınlanmak için bir şeyler yapmaya istekli değildi. Çoğu insanın aksine, mum yakmak ya da fener bulmak için acele etmedi.

Bunun yerine oturdu ve arka bahçeye baktı. Ormana bakarken ellerini kucağında birleştirip kenetledi.

Gözlerim genişlerken kırpıştırdım ve saçlarımı arkaya attım. Benim için karanlıkta oturmak kadar rahatsız edici çok az şey vardı.

Gözlerim odaklanıp işlevini yerine getirmek için çırpınırken diğer duyularım donuklaşıyor gibi oluyordu ve bu hoşuma gitmiyordu.

“Aa,” diyerek sessizliği bozdum. “Ben?”

Boğazından zayıf bir ses çıktı ama bana dönmedi.

“Mum? El feneri? Ya da jeneratör?”

Ben bir elini kaldırıp salladı ve mutfağın dışını işaret etti.

Bana orada uzun süre yaşamadığını söylediğinde bir ay kadar demek istediğini düşünmüştüm. Ama şimdi sadece birkaç gündür burada kaldığını düşünmeye başladım. Görünüşe göre mumu olup olmadığı hakkında hiçbir fikri yoktu.

Kalkıp yan odaya geçerken eşyalarımı yanıma aldım. Geniş bir pencere olmadığı için oda oldukça karanlıktı.

Çantamdan telefonumu çıkardım ve ve anneme mesaj attım. Sonra da flaşı açıp etrafa tuttum.

Ben'in oturma odasındaydım. Oda kanepeleri ve zemini örten toz tabakasıyla kaplıydı.

Odanın içinde ilerlerken bacağımı sehpaya çarptım. Neredeyse boş bir çerçevenin üzerine devriliyordum.

Büyük, süslü şömineye doğru ilerledim ve önünde diz çöktüm.

Metal ızgarayı yavaşça açtım. Başımı karanlık boşluğa soktum ve içinde bağırıp telefonumun ışığını bacaya çevirdim.

Üst kısım kapalıydı. Kontrol etmeyi akıl ettiğim için kendime teşekkür ettim. Yoksa evi dumana boğardım.

Geriye çekildim ve malzemeler için etrafa bakmadan önce üst ızgarayı açtım. Telefonumun ekranını yere koydum ve böylece ışık tavana yayıldı.

Ben, şöminenin yanına yakmak için irili ufaklı tahta parçaları yığmıştı. Ayağa kalkıp elimi şöminenin kaplaması boyunca gezdirdim ve çakmağı bulduğumda gülümsedim.

Bununla başa çıkabilirdim. Annem yıllardır yemekler için sadece odun sobası kullanmak konusunda ısrarcıydı. Ateşle başa çıkabiliyordum.

Çantama uzandım ve altında duran birkaç bitmiş ödev kağıdını alıp buruşturdum.

Stratejik olarak kağıdın etrafına ahşap bir çerçeve inşa ettim. Elimdeki malzemelerle şömineyi yakmak için en iyisini yapmaya çalıştım.

Çakmağı hafifçe açıp kağıdı ateşe verdim. Ahşabın geri kalanı da kolayca alev aldı ve yanıp çatırdamaya başladı. Gülümsedim ve kanepeye geçmeden önce minderleri kaldırdım.

Minderi sallayıp üzerindeki tozları yere düşürdüm. Ters çevirip ateşin önüne koydum. Böylece kirli taraf altta kalmıştı.

Bir an kendi içimde düşündükten sonra bir yastık daha aldım ve yanıma yerleştirdim. Alevler yüzümü ve boynumu ısıtmıştı. Alevlerin titreşerek dans edişini izlerken fotoğraf çekip çekmesem mi diye düşünüyorum.

“Suyunu unuttun.”

Sıçradım. Neredeyse çığlık atacaktım. “Şunu yapma.”

Ben oturdu. Yüzünde ufak bir gülümseme vardı. Uzanıp suyumu önüme koydu ve doğruldu. Elinde bira vardı. “Neyi yapmayayım?”

“Sessiz sessiz dolaşıyorsun,” dedim dişlerimin arasından. Dizlerimi kendime çektim. “Ürpertici.”

Ben kıkırdadı. “Nasıl dinleyeceğini bilmiyorsun.” Birayı ağzına götürüp büyük bir yudum alırken onu izledim. Baktığımı gördü ve durdu. “Ne?”

“Kaç yaşındasın?”

“On dokuz,” diye yanıtladı.

“İçki içmek için çok gençsin,” dedim. “Sana bunları kim alıyor?”

Ben gülecek gibiydi. Ama bunun yerine dudaklarını birbirine bastırdı ve birayı bana uzattı. Geri teptim.

Kimse bana içmemi teklif etmemişti. İçki içen insanlarla takılmadım, hiç partiye gitmedim. Ve annem alkolün gereksiz bir şey olduğuna inanıyordu.

“Bu kadar korkmuş görünme Morda,” diye azarladı beni. “Daha önce hiç…”

Başımı salladım. “İçki içmem.”

Bu sefer kendini tutamadı ve güldü. “Hangi genç içki içmez?” Sorusu yanaklarımı alevlendirdi. Söylediği şeyler beni rahatsız etmişti.

Bana çocukmuşum gibi davranmıştı. Genç derken sanki kendini yüceltiyordu. Soruyu da beni küçümseyerek sormuştu.

Bira şişesini elinden aldım ve çevirdim. Sanki markayı yargılamak için yeterli bilgiye sahipmişim gibi etikete baktım. “Birçok genç içki içmiyor,” diye itiraz ettim.

Meraklı bir ifadeyle beni izledi. “Çocuklar içki içmez diye düşünüyordum.”

“Şunu bil ki,” diye sinirle ekledim. “Benden sadece bir yaş büyüksün.”

Ben yorum yapmadı. “Seninle ilk karşılaştığımızda diğer çocukların yaptığı şey buydu, değil mi? Eşyalarını bıraktığın yerde kırık şişeler vardı. Onlar senin arkadaşların mıydı?”

“Hayır,” diye yanıtladım. Ürperdim. Aslında böyle demek istememiştim ama o çocuklarla arkadaş olmaktan ne kadar uzak olduğumu ortaya koymak için hızlıca cevap vermiştim.

Alçak bir sesle sordu. “Sana kaba davrandılar mı?”

Ona bakamadığım için yüzümü ateşe çevirdim. Sorulardan kaçabilirdim.

“Eğer ailen ölmediyse şu an neredeler?”

“Taşındım,” diye yanıtladı geçiştirerek. “Okulda sana zorbalık yapıyorlar mıydı?”

Ben de tıpkı onun gibi kaçamak davrandım. “Nereden taşındın?”

“Çok uzaklardan.” Bir an duraksadı. “Çok arkadaşın var mı?”

“Onları özlüyor musun?”

“Yalnız mısın?”

Sorusu beni hazırlıksız yakaladı. Yalnız mıydım? Daha önce kimsenin bana bu soruyu sormadığından emindim.

Annem ve teyzem vardı ve bazen de Jocelyn vardı. Ama çok yakınımda içimi dışımı bilen, beni mecburiyetten değil de istediği için seven kimse yoktu.

Kahverengiye yakın ela gözlerine elimden geldiğince doğrudan baktım.

“Yalnız mısın?”

Sonraki bölüm
App Store'da 5 üzerinden 4.4 puan aldı.
82.5K Ratings
Galatea logo

Sınırsız kitap, sürükleyici deneyimler.

Galatea FacebookGalatea InstagramGalatea TikTok